Sayfalar

27 Ocak 2011 Perşembe

Varlık



İlk sözlerimi Thomas Nagel yeterince açık bir şekilde dile getirmiştir.

‘‘Günlük yaşamda, başka insanların bilinçli olduğuna inanırız ve neredeyse herkes başka memelilerin ve kuşların da bilinçli olduğuna inanır. Ama insanlar balıkların, böceklerin, solucanların ve deniz analarının bilinçli olup olmadığı konusunda farklı düşünürler. Yine, onlar amip veya paramisyum gibi tek hücreli hayvanların bilinçli tecrübeleri olup olmadığı hakkında – hatta böyle yaratıklar muhtelif türden uyarıcılara göze çarpar şekilde reaksiyon göstermiş olsalar bile – daha fazla kuşkucudur. Çoğu insan bitkilerin bilinçli olmadığına inanır ve neredeyse hiç kimse kayaların, otomobillerin, sigaraların veya dağ göllerinin bilinçli oldupuna inanmaz. Başka bir biyolojik örnek olarak bedenimizi oluşturan hücreleri ele alalım. Üzerinde düşündüğümüzde çoğumuz, onların kendi başlarına tek tek her hangi bir bilinçli tecrübeye sahip olmadığını söyleyecektir.

Tüm bu şeyleri nasıl biliyoruz? Bir ağacın dalını kestiğinizde, bunun onun canını acıtmayacağını nasıl biliyorsunuz? Acaba o, hareket edemediği için mi acısını ifade edemiyor? ( Ya da belki de o, dallarının budanmasından hoşlanıyordur.) Merdivenleri hızla bir solukta koşarak çıktığınızda, kalbinizdeki kas hücrelerinin bir acı yada heyecan hissetmediğini nasıl biliyorsunuz? Burnunuzu sildiğiniz kağıt mendilin herhangi bir şey hissetmediğini nasıl biliyorsunuz?

Bir şeyin hareket etme yeteneği yoksa kendisinin bir şeyler algıladığı ya da hissettiğiyle ilgili herhangi bir davranışsal kanıt ortaya koyamaz.

Belki ağaçlar bir şekilde bizden tamamen farklı bir şey hissediyorlar da bizim bu hissin ne olduğunu anlamamız, onların tecrübeleri ile gözlemlenebilir tezahürleri veya fizik durumları arasındaki korelasyonları keşfetmemizin bir yolu olmadığından dolayı mümkün olmuyor.

Ağaçların tecrübelerini doğrudan gözlemleyebilirmemizin bir yolu yoktur. Yine, aynı nedenden dolayı, herhangi bir durumda herhangi bir tecrübenin yokluğunu ve sonuç olarak da herhangi bir korelasyonun yokluğunu gözlemleyebilmemizin bir yolu yoktur. Bir ağacın veya bir solucanın içine bakarak ne bir ağacın bir tecrübeye sahip olmadığını nede bir solucanın bir tecrübeye sahip olduğunu söyleyebiliriz.’’



Bir taşın hareket etmemesine, insanlara tepki vermemesine önyargıyla yaklaşıp cansız bir nesne olduğunu ileri sürmemizin onları aşağılamaktan hiç bir farkı yoktur.

İnsanlara özgü olarak gözüken anılar, neden nesneler içinde geçerli olmasın? İnsanlardan çok daha uzun yıllar boyu dünyada kalan nesnelere ‘anı’dan yoksun denilmesini, insanların kendilerini yüceltmeye yönelik bir tavır olarak değerlendirebiliriz. Daha rahat, umursamadan, pek çok şeyi hiçe sayarak yaşamak ne kadar huzurlu olmalı ki, birçok insan bu tavrı takınmaktadır.

Nesnelerin yaşadıkları gözle görülecek kadar çoktur. Tabi bunlara bir çok farklı anlam yüklenebilir.(iz, leke vb.)

Bir kayanın üzerindeki veya bir metal parçasının üzerindeki izler bir çok olaydan sonra oluşmuştur. Bu, nesnelerin de bir ‘anı’sı olabileceğinin göstergesidir. Ancak bu o kadar önemsenmez, görmezlikten gelinir. Anı’sız bir şeylerin varolmasını kabul etmek ne kadar doğrudur? Nesnelerin herhangi bir şeyi anımsamadığını ileri sürmek ne kadar bize düşer? Bir nesnenin yaşanmışlığını gösteren izler ya da lekeler insanlar üzerinde oluşsa, bu izlerin nasıl oluştuğuna dair düşünceler kafamızı kurcalayacaktır. ( Yani o kişinin anıları).

İnsansı algılarımızla bir çok şeyi göremiyor ve algılayamıyoruz.

Rahat yaşamak için bir çok şeyi görmemezliktenmi gelmeliyiz?

Bazı şeylerin farkında olmamızın umarsızca tüketmemizi kısıtlayacağına inanmaktayım, bu bence iyi, bir çok kişi içinde kötü bir durum olabilir. Hiç bir şeye aldırış etmeden o zaman her şeye sahiplenebilecekmiyiz? Bu da ne kadar çok bu gerçeği anlamak isteyeceğimizi açıklar.



Varlıklar arasındaki iletişim

Nesneler arasındaki iletişimin insalar arasındaki gibi olmadığı ortada. Bunu tam olarak insanca açıklamak neredeyse imkansız. Nesnelerin görsel anlamda birbirlerini sarmaları, tamamlamaları, itmeleri, çekmeleri belki onlar için farklı durumlar ya da farklı duygulardır. Aralarındaki bağ her zaman birbirlerini etkilemektedir. Herşey gibi dünyanın başlangıcından beri onlar da değişmiş, evrim geçirmişlerdir. Bedensel olarak bağ kuran nesneler, görsel olarak birbirlerini etkileyerek değişirler, birbirlerine uyum sağlarlar.

Herşeyi insan gibi algılayıp, herşeye kendimize göre anlam yükleyerek kesin kanaat mi getirmeliyiz? Bilimsel çözümler bularak insanın açıkladığı gibi insanca mı inanmalıyız? Birçok insana göre tohumdan çıkıp büyüyen bir ağacın herhangi bir deneyimi olmaz, herhangi bir anısı yoktur. Sırf öyle bir özelliği olduğu için anlamsızca meyve verir. Meyve vermesinden herhangi bir zevk almaz, annelik duygusu gibi bir şey yoktur. O meyveler birbirleri ile iletişim halinde değildir. Güneşin doğuşunu hissetmezler. Bunları sadece insanlarmı hisseder dersiniz. Bu kadarmı yüceltiriz kendimizi. Uzun süre varlığını devam ettirdikten sonra hiçbir şey hissetmeden yokolur. Duygusuzca, zevk almadan, mutlu oladan, acı çekmeden ölür. Acaba öylemidir?

Belki insanlardan üstün bir bilinç ya da iletişim anlayışı bulunmaktadır. Ancak varsayımı hiç kimsenin kabul edeceğini sanmıyorum.


Varlıklar arası iletişime insan anlayışı ile bir şey söylemek pekte mümkün değil. En büyük algılardan görsel olanı ortaya çıkarmanın onlar için öncelikli ve çok daha derin bir şey olduğuna inanmaktayım.

Nereye kadar kendimizi yücelteceğiz. En zeki, en anlamlı, en güzel varlıklar olduğumuzu kendimize söylemek bize çok zevk veriyor olmalı.

İnsanlar herhangi bir duygusal boşluğa düşüp kendilerini yalnız hissetiklerinde nedense değer vermedikleri varlıklar ya da nesnelerle çok iyi iletişim kurmaya başlarlar bu paylaşım hiç bir menfaat içermez. Dünyada herşeyin birbirine ihtiyaç duyduğu kesin etkileşim ve iletişim içinde olduğu ortadadır.

Nesnelerle iletişim içinde olduğumuzda özelliklede sanat yapıtına dönüştürmeye çalışırken nesnelerinde çok şey söylediğinin farkına varır ve onun isteği doğrultusunda ilerlemeye başlarız. İlk görüldüğünde neye dönüşeceğine bir anda o karar verebilir. Buna çok fazla anlam veremeyiz. İletişim içinde olduğumuzu ne kadar fark ederiz. Hiç bilmediğimiz görmediğimiz bir biçimi ortaya koyarken en saf halimizle kendimizi öne sürüp bu benim bilinç altımdan çıktı deyip yine kendimizi yüceltmemeliyiz. Çünkü buna iletişim kurulan nesne karar vermiş olabilir.

Son çalışmalarda nesnelerin yüceltilmesine yönelik olmaktadır.

Dünyada yeterince kendimizi yüceltip, övmemiz yetmedimi. Acaba ölümden sonrada kendimizi yücelte bilecekmiyiz.


Ayhan Mutlu

www.ayhanmutlu.org

26 Eylül 2010 Pazar

TepeBaşı Beyoğlu

Tepebaşı, Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'ne paralel giden Meşrutiyet Caddesi ile Tarlabaşı Bulvarı'nın devamı olan Refik Saydam Caddesi arasında kalan semt.

Tepebaşı çevresi 19. yy'ın son çeyreğine kadar Müslüman mezarlıklarıyla kaplıydı. Pera'ya yerleşmiş olan yabancılar ve Levantenler önce bir gezinti ve temaşa yeri, daha sonra da yerleşim bölgesi olarak, 19. yy'ın sonlarında buralarda yoğunlaşmaya başladılar. Tepebaşı, adından da anlaşılacağı gibi Kasımpaşa ve Haliç'e oldukça dik inen yamaçların üstündeydi. Buradan aşağı, yamaç boyunca, Peralı yabancıların ve Levantenlerin Petits Champs des Mort (Küçük Mezarlık) dedikleri; oldukça bakımsız, mezarlıktan çok, servili, ağaçlık bir kırlık alanı andıran Müslüman mezarlığı uzanırdı. Asmalımescit'e paralel Mezarlık Sokağı bu geçmişi anımsatır.
Mezarlıklar 1870'lerden itibaren yavaş yavaş kalkarken, Altıncı Daire-i Belediye'nin ilk başkanı Blacque Bey döneminde Tepebaşı'nın imarı başladı. Tepebaşı Bahçesi de bu dönemde tanzim edildi. Semtin bazıları bugüne kadar gelebilmiş binalarının bir bölümü de yine 19.yy'ın son yıllarıyla 20. yy'ın hemen başında inşa edildi. Bunlar o dönenmde Avrupa kentlerinde de benzerleri görülen mimari özelliklere sahip, çok katlı, görkemli, cepheleri süslemeli güzel binalardı. Tepebaşı semtinin güney sınırı sayılabilecek Şişhane Meydanı'ndaki Altıncı Daire-i Belediye binası, Corpi Sarayı olarak bilinen 1880'lerin ilk yıllarında yapılmış Amerika Birleşik Devletleri Elçiliği eski binası, 1890'ların oratalarında açılan ve semte bönemli bir renk kazandıran Pera Palas, Londra Oteli, Bristol Oteli, İtalya Evi, Societa Operaia binası, ABD Elçiliği'nin karşısındaki Union Française binası bunların başlıcalarıdır.
Tepebaşı, Cumhuriyet'in İlanı'ndan sonra da tiyatrolar, yabancı misyonlar, seçkin sayılan oteller, kafeler semti olarak gelişti. Yine burada bulunan ve bazıları Pera'ya, İstiklal Caddesi'ne açılan çok sayıda pasaj çeşitli dükkanlarla doluydu.
Beyoğlu'nun, günümüze kadar görünüm olarak 20. yy'ın başındaki halini en iyi korumuş semtlerinden biri olan Tepebaşı'nda, 1970'lerde, Tepebaşı Parkı'nın karşısında Etap Marmara Oteli (halen The Marmara Pera), Meşrutiyet Caddesi'nin İstiklal Caddesi tarafında da Odakule inşa edildi. 1980'lerin ortalarında da eski Tepebaşı Parkı'nın güney ucuna TÜYAP İstanbul Sergi Sarayı (bugün TRT Tepebaşı stüdyoları) kuruldu.
Günümüzde Tepabaşı, eski binaların restore edilmeye çalışıldığı; özellikle Meşrutiyet Caddesi, Meşrutiyet Caddesi'ni dikine kesen Tepebaşı Caddesi ve semtin batı sınırını çizen Tarlabaşı Bulvarı ve onun devamı Refik Saydam Caddesi boyunca ve ara sokaklarda, kimi zaman kenetlenen yoğun bir araç trafiğinin aktığı; konutların giderek azalıp, yok olup yerlerini işyerlerinin, otellerin, turizme dönük işlevde birimlerin aldığı bir Beyoğlu semtidir.






• istanbul'da tuyap'iyla, amerikan konsolosluguyla bilinen beyoglu'nda bir semt..
• beyoğlu'nda tepebaşı'na bakan çok güzel mekanlar vardır. mesela cambaz. mesela şiirci. gün tepebaşı'nın üzerinde bir tuhaf batar. içini gıcıklar insanın. arkada haliç, kasımpaşa'nın evleri, uzakta fener, balat... iki istanbul'un arasında bir geçiş noktasıdır sanki tepebaşı. şarap eşliğinde seyri güzeldir. oralarda yaşanan hayatlarsa, metin kaçan'dan bildiğimiz kadarıyla zor. pek zor.
• gun hergun o kadar guzel mi batar tepebasindan?
(ben her gun batiminda ordan mi gecerim?)
tuyapin bulundugu alanda sehir tiyatrolari bulunuyormus gecen yuzyilda.
• belediyesi tarafından uluslararası pişmiş toprak sempozyumu, nazım hikmet'i anma etkinlikleri gibi birçok sosyal ve bilimsel etkinliklerin yapıldığı eskişehir'in ilçesi
• eskiden les petits champs diye bilinen pera mahallesi.
• yakın zamanda istanbul'un kültür ve sanat merkezi olup parlaması muhtemel bir semti
• trt'nin, haliç'in diğer yakasından yani kilometrelerce öteden görülebilen, çevreyle ve civarın atmosferiyle tam anlamıyla uyumsuz, kanımca ucubik binasını bünyesinde barındıran tarihi semt. asmalımescit'e komşudur. istiklal caddesi'nden en kolay ulaşımı odakule geçidi yoluyladır.
• 1990 daki hali için;
http://img299.imageshack.us/.../3644/tepebasi1990.jpg

Tepebaşı Tiyatrosu, İstanbul'daki en eski tiyatro yapılarından biri. Şu an yerinde TRT Tepebaşı stüdyoları bulunmaktadır.
Tepebaşı Tiyatrosu kimi kaynaklara göre İstanbul şehremini Rıdvan Paşa tarafından 1890 yılında kurulmuştur, kimi kaynaklara göreyse bu tarihten daha önce de vardı ve 1880'li yıllarda oyunlar oynanıyordu.
Darülbedayi'nin ilk profesyonel oyunu olan Çürük Temel 20 Ocak 1916 yılında Tepebaşı Tiyatrosu'nda sergilendi. 1925 yılından sonra burayı Darülbedayi'nin ardından İstanbul Şehir Tiyatrosu kullanmaya başladı. 7 Ocak 1970'te Şehir Tiyatrosu merkezini Harbiye Tiyatrosu (bugünkü adıyla) Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'na taşıdı ve aynı yıl çıkan yangında yapısı ahşaptan olan tiyatro büyük hasar gördü. Ancak ertesi yıl 1971 yılında yaşadığı ikinci yangınla da tamamen yok oldu. İstanbul Şehir Tiyatroları burada kaldığı süre boyunca 368 adet oyunu 13.273 kez sahneledi. Tepebaşı Tiyatrosu'nda oynanan son oyun Mayıs 1969'da Darphne du Maurier'den Sonbahar Fırtınası oldu.



Pera Palas, İstanbul, Beyoğlu, Tepebaşı'nda, Meşrutiyet Caddesi üzerinde otel.
İstanbul'un 19. yy'da Batı'nın ekonomik egemenliğine en fazla açıldığı dönemde, konforlu bir otele ve restoran salonlarına doğan ihtiyaca cevap olarak ortaya çıktı. 1883'te Uluslararası Yataklı Vagonlar Şirketi (La Compagnie Internationale des Vagons-Lits), konforlu vagonlarla yapılan Şark Ekspresi seferlerini ilk kez Romanya'ya kadar uzatmış, yolcularını da vapur aktarmalı olarak İstanbul'a ulaştırmıştı. Ancak o dönemde İstanbul'da zengin müşterilerin taleplerini karşılayabilecek kapasitede bir otel yoktu.
Başlamış olan bu trafik Batı metropolleri standardında bir palace oteline ihitiyacı artırmıştı. Mimari çizimlerini Alexandre Vallaury’nin yaptığı otelin 1893'te başlayan inşaat çalışmaları 1895 başlarında bitirildi. (Otelin kuruluş tarihi olarak 1892 yılı kabul edilir.) Uluslararası Yataklı Vagonlar Şirketi de kendi işletme şirketini kurarak otelin yarı mülkiyetine sahip oldu. Açılışından I. Dünya Savaşı'na kadar geçen yaklaşık 20 yıl, otelin en parlak dönemi olmuştur. Devrinin bütün konforuna, ayrıca bir şark sarayınun gizemli atmosferine sahip olan tesis, Osmanlı ricali ve İstanbul'da yaşayan yabancıların ilgisini çekmiştir.
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin Fransa ile savaş halinde olması ve Şark Ekspresi seferlerine ara verilmesi oteli mali olarak zor duruma soktu.1915'te işletmesi Mersinli Bodossaki Anastassiadis'e verildi. Aralık 1917'de Mustafa Kemal Paşa oteli ilk kez ziyaret etmiş ve Şişli'deki evine taşınıncaya kadar burada kalmıştır. Kasım 1922'de ansızın firar eden Bodossaki Anastassiadis'in maliyeye olan yüklü borçlarına dayanılarak 16 Nisan 1923'te mülkiyeti hazineye geçti. Atatürk'ün sayısız kez ziyaret etmiş olduğu otel, bu tarihte Mustafa Kemal Paşa'nın Suriye'de savaş sırasında tanıdığı Beyrut asıllı Misbah Muhayyeş'e işletmesi verilir, 1927'de de otelin mülkiyeti Muhayyeş'e devredildi. Cumhuriyet'in ilk yıllarında eski dönemlerin zenginleri ve frenklerinin sahneden çekilmesiyle müşteri trafiğinde belirgin bir sönükleşme görüldü. 1954'ten 1980'lere kadar Misbah Muhayyeş'in kurduğu vakıf tarafından yönetilen otel 1982'de Süzer Grubu'na satıldı. Atatürk'ün ziyaretlerinde kaldığı oda 1981'de müşterilere kapatılarak müzeye çevrilmiştir. Uzun bir kamulaştırma süreci sonunda 1994'te mülkiyeti sembolik bir bedelle Turizm ve Kültür Bakanlığına geçti. 2006 yılında işletme hakkı Süzer Grubundan İhsan Kalkavan'a geçerek, iki yıl sürecek bir tadilat dönemine girmiştir.
Günümüzde toplam 115 odaya sahip olan Pera Palas Oteli renovasyon ve restorsyon sürecinde olup 2010 yılının ilk çeyreğinde yeniden hayata döndürülecektr. Tarihi boyunca Agatha Christie, Alfred Hitchcock, Mata Hari gibi pekçok ünlüyü misafir etmiş ve pek çok tarihi olaya tanıklık etmiştir.

Anlamsız iş

Anlamsız iş, günümüzde en önemli ve belirgin bir sanat biçimidir kuşkusuz.

Anlamsız işin verdiği estetik duygu tam anlamıyla açıklanamaz. Çünkü bu anlamsız işi gerçekleştiren kişiye göre değişen bir duygudur.

Anlamsız iş, dürüst (hilesiz) iştir.

Anlamsız iş, entelektüellerin (anlamaları gerekirken) beğendikleri veya nefretle karşıladıkları iştir.

Anlamsız iş galerilerde satılmaz, müzelerde ödüllendirilemez....

Anlamsız iş derken açıkça, para getirmeyen, belli bir uzlaşımsal amaca hizmet etmeyen şeyleri kastediyorum. Örneğin bir sandık içindeki odun parçalarını başka bir sandığa aktarmak ve aynı biçimde aktarılan odun parçalarını tekrar eski yerlerine koymak; bu işlemi tekrarlayıp durmak. Ya da, örneğin, bir çukur kazmak ve daha sonra bu çukuru doldurmak gibi .

Anlamsız iş potansiyel olarak en soyut, maddi, bireysel, aptalca, belirsiz, çok belirli, değişken, önemli ve sanat-eylem-deneyim bağlamında yapılan iştir. Bu kavramın şakası yoktur.

Kendi odanızın mahremiyeti içinde kimi anlamsız işleri yapmayı deneyin. Gerçekte bunun tam olarak anlaşılabilmesi için uluorta bir yerde yapılmaması gerekir. Aksi halde ona buna eğlence olur. Anlamsız iş, eski sanat biçimlerinin tüm yüksek niteliklerini kapsayabilir. Örneğin resim, yazarlık ve diğerleri gibi. Eski sanat biçimlerinin koyduğu sınırları tanımadan düşünüp duyumsamakta size yardımcı olur; kendini tanımayı öğretir, dış dünya, gerçeklik, törelik, doğa, tarih, zaman, bilinçsizlik, siyaset ve hiç bir şey hakkında düşünmenize yol açar.

Anlamsız iş, doğası gereği bireyseldir ve her hangi bir biçimde herhangi bir zaman diliminde, bir saniyeden yorgunluğun son sınırına kadar uzanan bir süreç içinde yapılabilir. Her yerde ve her iklim koşullarında...

Anlamsız iş kimin eski kafalı olduğunu söylemenin yeni bir yoludur.

(Mart 1960)
____________
(*) Walter de Maria: "Meaningless Work"; Esthetics Contemporary,
Derleyen Richard Kostelanetz, Prometheus Books Buffalo, New York 1989, Walter de Maria'dan kısaltarak çeviren Adem Genç

12 Eylül 2010 Pazar

MODERNİZM VE POSTMODERNİZM KAVRAMLARI

MODERNİZM VE POSTMODERNİZM KAVRAMLARI


20. yüzyılın ilk yarısında dünyamızda büyük değişimler, sosyal, siyasal, ekonomik dönüşümler ve devrimler yaşanmış, ikinci yarısında ise, devrimlerin çoğunun yok oluşunu hazırlayan değişimler ivme kazanmış, yeni gelişmeler ve paradigmalar oluşarak günümüzü etki altına almıştır. Son yıllarda karşı konulmaz bir rüzgar haline gelmiş olan “post” önekini alan sözcükler, kavramlar bilim ve sanat dünyasının gündemine girmiş, neredeyse onlarsız yapamayacağımız biçimde yaşadığımız dönemi açıklayan bir “postlar” çağı yaratılmıştır. Hemen hemen her şeyin başına “post” koyarak, ekonomimiz post-endüstriyel, üretim sistemimiz post-Fordist ve kültürümüz ise postmodern hale gelmiştir. Yaşadığımız dönemin kültürünü derinden etkileyen postmodern kavramı, 1960’lı yıllarda öncelikle sanatta ve mimaride yeni eğilimleri ifade edecek biçimde kullanılmaya başlanmış ve kavramsal olarak geniş bir yelpazede dokunmadığı, etkilemediği neredeyse tek alan kalmamıştı.

Üzerinde çok sayıda çalışmanın yapıldığı, sayısız yayının gerçekleştrildiği postmodernizm, tanım konusunda kesin ve ortak bir noktası olmayan, bazen karmaşık ve zor felsefi anlamlar yüklenmiş, bazen de çok basit nitelemeler ile belirsizliğe mahkum edilmiştir. “Postmodernistlerin sayısı kadar postmodern tanım vardır” diyen Featherstone bu durumu çok güzel bir şekilde açıklamıştır. Aslında, ortak kabul gören ve üzerinde uzlaşılan bir tanıma indirgeme olanaksızlığı, postmodernizmin doğası gereği kesin anlamlara ve kategorik yaklaşıma karşı olan en ayırt edici özelliğidir. Bir tanım yapmaya kalkışmanın kendisi bu açıda bir çelişki yaratmaktadır. Dilbilimi açısından, “pos” ve “modern” sözcüklerinden türetilmiş olan postmodernizm, “modern ötesi” “Modernizm sonrası” anlamına gelir ve modern sözcüğü ile açıklanan bir dönemden sonra gelen yeni bir dönemi ya da durumu açıklar. Modern sözcüğünün anlamı ise, içinde yaşanılan günlere, çağa ve onun bilincine uygunluktur. Yeni, ilerici, yenilikçi olan şey anlamına gelen “modern” sözcüğü bu içeriklerle bir sıfat olarak da kullanılmaktadır.

Modern ve postmodern sözcükleri ve kavramları ile bağlantılı dört kavram çiftinin açıklığa kavuşturulması, konunun daha iyi anlatılmasına yardımcı olabilecektir. Bunlar ;

Modern / postmodern
Modernleşme / postmodernleşme
Modernizm / postmodernizm
Modernite / postmodernitedir.

Modernite / postmodernite kavram çifti, tarihsel süreç içinde iki dönemi ifade etmektedir ve iki kavram da birer dönemin ismi olarak kullanılmaktadır. Modernite, Batı tarihindeki 17. ve 18. yüzyılda yaşanan Aydınlanma Çağı’na kadar giden ve özellikle Endüstri Devrimi’yle kurumsallaştığı, siyasallaşmasını 1789 Fransız İhtilali’nde bulduğu, 1960’lar ve 1970’lerde sarsılmaya başladığı ve 9 Kasım 1989 tarihinde Berlin duvarının yıkılması ile sona erdiği söylenebilen dönemin adıdır. Bu dönem ile kapitalizmin gelişmesi paralellik gösterir. Postmodernite ise, moderniteden sonra gelen dönemin adıdır. Modern / postmodern kavram çifti dilbilgisi açısından sıfat olarak tanımlanabilir ve o dönemlerde özgün nitelikleri kapsayan bir çerçevede anlamlandırılabilir. Modernleşme / postmodernleşme, iki farklı oluşumu, durumu ifade etmektedir. Bu açıdan modernleşme, sosyal ve ekonomik düzenin değişiminin bütününü ve bunu belirleyen süreçleri açıklayan bir kavramdır. Modernizm / postmodernizm kavram çifti ise, söylemin ideolojik boyutuna işaret etmektedir. Modernizm, kapsadığı dönemdeki baskın sosyal, ekonomik ve politik koşulları açıklayan bir kavramdır ve çağcılık, yenilikçilik anlamına gelmektedir. Aslında birbirinden farklı anlamları olan bu kavramlar, zaman zaman eşanlamlı olarak kabul edilip birbirinin yerine kullanılabilmektedir.

Postmodernizmi daha iyi anlayıp algılayabilmek için onu tarihsel bir kavram
olarak kabul etmek, analiz edebilmek için de doğrusal tarihi süreç açısından bakmak gerekmektedir. Alvin Toffler’in klasikleşen “Üçüncü Dalga” adlı eserinde sözünü ettiği insanlık tarihinin geçirdiği üç dönem, belki de Modernizm ile postmodernizmi dönemsel olarak ele alıp incelemede en etkili yaklaşımı oluşturmaktadır. Bilindiği gibi Toffler üç dönemi; tarım, endüstri ve bilgi dönemleri ve değişimleri olarak açıklamaya çalışmıştır. Tarım döneminin bin yıl gibi uzun bir zaman sürdüğü, endüstri döneminin ise üç yüzyıllık bir zaman dilininde oluştuğu söylenebilir. Öte yandan bilgi dönemi onar yıllık büyük patlamalar biçiminde oluşmakta ve büyük değişimlere, oluşumlara normal bir insan ömrü şahitlik edebilmektedir. Bu üç dönemi modern öncesi, postmodern (modern ötesi) dönemler olarak adlandırmak olanaklıdır.

Modern öncesi dönemi feodal, toprağa bağlı, tarımın ve tarım toplumlarının egemen olduğu ya da endüstrileşme öncesi dönem olarak adlandırabiliriz. Bu dönemin genel özellikleri arasında; sermaye birikiminin çok düşük, iş ve eğer varsa uzmanlıkların en az düzeyde olması ve kabile yada aile çerçevesinde oluşması, tüketimin çoğunlukla köy sınırları içerisinde yapılması sayılabilir. Manevi değerler, aile bağları, toplumsal dayanışma gibi unsurların oluşturduğu feodal adetler ve gelenekler, ekonomik akılcılığın yerini almaktadır. O dönemde üretim, hayvan ve beden gücüne bağlı olarak gerçekleştiriliyor ve üretimin geleceği doğa şartlarına doğrudan bağlı bulunuyordu. Toprağın, üretimin yoğunlaştığı el sanatları ve tarımsal ürünlerin meydana getirilişindeki en önemli unsur olması, onun bir yapıda “toprak ana” olarak kabul görmesini sağlamıştır. Yaşamın anlamı daha çok yeme, giyinme ve korunma gibi temel ihtiyaçların tatminine yönelmişti. Değişme ve zaman kavramı hızlı olmaktan çok uzaktaydı ve cehaletin, bilinçsizliğin, gelenekselliğin her yerde baskın olduğu bir dönemdi. Yaş ve deneyim yoluyla edinilen sözlü anlatı biçimindeki bilgi, hem yetersiz hem de sınırlıydı. Batıl inançlara, gizemli güçlere ve doğa güçlerine bağlı olmanın egemenliği söz konusu idi. Feodal – Aristokrat seçkinler kültürünün egemenliği, imparatorların, kralların, prenslerin, şahların varlığı sayesinde sürmekteydi. Sonuçta, sayıları az olan kentlerde yaşayan bu seçkin azınlığın kültürü “yüksek” olarak adlandırılarak, kırsal kesimin ve çoğunluğun kültürü olarak da “folk” kültürü oluşmuştu. Tarımsal kültürün mayasını ve çimentosunu din oluşturmakta, bireyin kendi kaderini belirleyememe acizliğinde olması din ve Tanrı olgularını merkeze yerleştirmekte ve din adamları, şeyhler egemen kültürün taşıyıcıları arasında yer almaktaydı. İnsanların Tanrı tarafından yaratıldığı ve hepsinin değişmeyen, benzer özelliklere sahip olduğu kabul edilirdi. Tanrı’nın yarattığı düzene ve gerçeğe karşı koymak olanaksızdı ve bu nedenle esaret, baskı, işkence ve demokratik eşitsizlikler sık rastlanan gerçekler olarak görülürlerdi. Özellikle üretimde çalışma tamamen zorlama mistik özelliklere dayandırılıyordu.

Alman düşünür Max Weber’in öne sürdüğü gibi, modernite, feodaliteyi izleyen aklın ve pozitivizmin önem kazandığı tarihsel dönemi ifade eder. Modernizm, ortaçağ sonrası Aydınlanma Projesi ile başlayan ve mutlak etkisini 1960’lara ve 1970’lere kadar sürdüren dönemlerin adıdır. Modern sözcüğünün bugünkü kavrama gelme süreci 1789 Fransız Devrimi ile başlamıştır ve bu tarih başlangıç alınarak I. Dünya Savaşı sonuna kadar geçen zaman “modern çağ” olarak kabul edilmektedir. Yenilik ya da içinde yaşanılan zamana eş anlamlı kullanıldığında, modaya uygun davranmaya, eskiden yeniye geçişe de modern denilebilmektedir. Bu durumda, yenilikler açısından bakıldığında bir önceki dönemden içinde bulunduğumuz dönem daha modern denilebilmektedir. Ancak, burada unutulmaması gereken nokta, değişimin, yeniliklerin önemli biçimde yapısal ve köklü niteliklerde olması özelliğidir. Modern öncesi dönem tarıma ve feodal yapıya dayanırken, bunun yerini sanayileşmiş bir dünya almıştır ve bu yapısıyla da modern bir özellik taşır. Aklın ve bilimin egemen olduğu, sürekli ilerleme ve hızlı değişimi ifade eden ve kaderci yaklaşımın terk edilmesini öngören Modernizm, “inanan insan” yerine “düşünen insan” kavramını, “kulluk” yerine “bireyi” oluşturmaya çalışır. “Tanrı merkezli” bir dünyadan “insan merkezli” bir dünyaya geçmek mümkün olmuştur. Bu bağlamda laiklik kavramının uygulandığı dönem olarak ifade edilebilir. Aklın ve bilimin evrensel yasalarının egemenliği, tartışılmaz üstünlüğü kabul edilmiştir. Doğa üstü bağların zayıflatıldığı, koparıldığı ve bunların üzerinde bilim ve aklın hakimiyet kurabildiği, Tanrı’dan uzaklaşmanın gerçekleştirildiği dönemi ifade eder. Kaderciliğe, dışarıdan bir güce ve otoriteye gerek duymayan, bireyin kendi hayatını gerçekleştirebilme değerine sahip olan modern söylem savunuculuğuna göre, bugünkü postmodern dünyada insanın yüceltilmesine karşı gelme, insanı metalaştırmadır. Buna karşın postmodernistler ise;

“yüceltilmiş tarih” , “sınıflandırma mantığı” , “yüksek kültür” ,
“yetkisel (otoriter) buyurganlık” gibi kavramlara saldırmaktadırlar.
Onlara göre Modernizm eleştirilmeli ve aşılmalıdır.”

Modernizmin, akıl ve bilime dayalı olması; esdüstriyel üretimin buharlı makineler sayesinde artmasına, kol gücüne dayalı vasıflı işçiliklerin gelişmesine, uzmanlıkların ortaya çıkmasına, montaja dayalı kitlesel standart ürünlerin üretilebilmesine olanak sağlamıştır.

Modernistler

En önemli gelişmenin başında, hiç şüphesiz gelişmenin başında hiç şüphesiz büyük üretim miktarlarına olanak verecek biçimde sermaye ve bilgi birikimi gelmiştir. Modernleşme ile birlikte yaşamın tüm ağırlığı, tarımsal alanlardan sanayileşmeye başlayan kentlere doğru akmaya başlamıştır. İş hayatının ve şehirleşmenin gelişmesi, çalışma hayatının ve üretimin daha çok fabrika türü alanlarda yoğunlaşması, tüketimin ise çoğunlukla konut gibi alanlarda yapılması modernitenin göstergelerinden olmuştur. Bütün bunların doğal sonucu olarak işgücü ile sermaye sahipliği kesin biçimlerde ayrılmış ve buna bağlı olarak siyasal ideolojiler de kapitalizm ve sosyalizm olarak bilinen iki keskin ana grububa ayrılarak “büyük söylemler” ve “ideolojiler” i oluşturmuştur.
Endüstriyel Devrim; aristokrat ve feodal beylerin yerine burjuva sınıfını, kültürünü ve karşıtında fabrika işçi sınıfını yaratmıştır. Sürekli gelişme ve meta düşkünlüğü, mal edinme yoluyla refaha ulaşma, maddiatçılık kapitalist toplumun büyük vaadi, söylemi olarak belirlenmiştir. Öte yandan sosyalist ülkelerde Modernizm, kapitalizmin karşıtı olarak ortaya çıkmış, “sosyalist birey” kavramı ideal olarak yaşanan ve çalışma hayatının kolektif boyutu, söylemi, büyük ideoloji ve ütopyası olarak öne çıkarılmıştır. Modernizm; büyük söylemlerin, kuramların, evrensel yasaların, ideolojilerin, ütopyaların, yargıların bilimsel ve akılcı bir perspektiften geliştirildiği ve tek bir doğruyu aramaya yönelmenin kabul gördüğü bir dönemdir. Darwin, Marx, Freud, Taylor gibi düşünür ve bilim adamları ve bir çok isim modern dönemin ürünleri olup sosyal olayları uygulamalı olarak açıklamaya çaba göstermişlerdir. Kitle üretimi, kitle tüketimi ve kitle kültürü bu dönemin temel özelliklerindendir. Modernizm, “yüksek” kültür ve “kitle” kültürü ayrımının gerçekleşmesine olanak sağlamıştır. Sanayileşen ve kalabalıklaşan kentlere hücum eden nüfusun yarattığı bir tür kültür olarak “kitle kültürü” yaşama damgasını vurmuştur.

Modernist anlayış; akılcı düzenin oluşturulması, aklın ve bilimin kurallarının hakimiyeti, yükselişi gibi koşulların oluşmasıyla maddi gelişimi ve toplumsal refahı gerçekleştirmeye çalışmıştır. Pozitivizm, deneyselcilik ve bilim modernizmi açıklayabilecek sözcükler olarak ortaya çıkmaktadır. Bu kavramlara göre oluşturulacak dünya görüşü ve yaşam biçimi; sürekli ilerleme, bilim ve aklın üstünlüğü ile laikliğin içinde olduğu, bireysel hakların korunduğu demokrasiyi içerecektir. Bütün başarılara ve uygulamalardaki gözle görülen etkilerine rağmen, Modernizme eleştiriler de getirilmiştir. Bu eleştiriler, belirli konularda ağırlık kazanmıştır. Bu konular aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir:
1- Modernizmde birey ve toplum özellikle bilim, akılcılık ve teknoloji tarafından yönlendirilir. Bu açıdan bakıldığında kültürün eş değerdeki etkisinin göz ardı edildiği söylenebilir.
2- Modernizmin maddi gelişme ile önerdiği idealize edilmiş düzen gerçekleşmemiştir ve hala yoksulluk koşulları, insanlığın dertleri sürmekte ve suç işleme yaşamımızın önemli bir öğesi olarak görülebilmektedir.

3- Modernizm, dünyayı basit biçimde ikiye ayrılmış gruplandırmalara indirger. Özne/obje, erkek/kadın, üretici/tüketici, kültür/doğa gibi. Her şeyi kategorize etmenin gerçekleri tam açıklayamadığı ortaya çıkmıştır.

4- Modernizmin paradoksu ve tutarsızlığı, geçerlilik ile idealliğin bağlantısızlığıdır.

5- Sanat ve mimarlık alanlarında modernist durum çok zorlayıcı ve baskıcı bulunur. Çünkü temel önem akılcılık, fonksiyonelcilik ve evrenselliğe verilmektedir.

6- Son olarak feminist eleştiriler söz konusudur. Önceleri, erkeklerin dünyasında kadınlara eşitlik üzerine oturtulmuş politik bir eylem olan feminizm, Foucault, Derrida ve Lacan’ın görüşlerine dayanarak modernizmi eleştirmiştir.

Modernizme karşı yürütülen eleştirilerin önemli bir bölümünün modernizmin geçirdiği krizlerden kaynaklandığı söylenebilir. Bu krizlerin en önemlileri I. ve II. Dünya Savaşları ve bunların getirdiği karamsarlık, umutsuzluk duyguları ile Modernizmin önemli bir önermesi olan “hümanizma” kavramından uzaklaşılması çerçevesinde yapılanlardır. Modernizmin büyük söylemi, insanlığı cehalet ve akıl dışılık tutsaklığından kurtararak özgürlüğüne kavuşmasını sağlayıcılıktır. Stalin ve Hitler gibi liderler bu dönemde çıkmışlardır. İnsanlık tarihinin yüz karası Hiroşima ve Nagazaki felaketleri bu dönemde yaşanmıştır. Auschwitz Nazi toplama kampları bu dönemin uygulamaları olarak gerçekleşmiştir. Bu boyutu ile Yahudi Soykırımı, bilimin, verimliliğin ve modernitenin oluşturduğu bürokratik akılcılığın sonucudur denilebilir.
George Ritzer, bunu “akılcılığın akıldışılığı” çerçevesinde şöyle özetliyor:

“Yahudi Soykırımı, amacı kusursuz derecede akılcı bir toplum yaratmak olan modern toplum mühendisliğinin bir örneği olarak görülebilir. Nazilere göre kusursuz toplum, Yahudilerden (ayrıca çingene, gay, lezbiyen, özürlüler vb.) arınmış olmalıdır.”


Benzer biçimde, Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombalarının bilim ve aklın ürünü olan aklın varabileceği çılgınlıklardan biri olduğundan hiç kimsenin şüphesi yok. Aklın akıldışılığı, demir ve çimentodan yapılmış akılcılaştırılmış aynalı cam gökdelenlerin ve apartmanların (insan siloları), vereimlilik, kar ve sözüm ona insanlara mutluluk verme adına yapılmalarına da neden olmuştur. Bilimsel yönetim ile en iyi üretim yollarının bulunması söz konusu olduğunda, “kol kuvveti” ile çalışarak ürün hattında rutin işleri tekrarlayan insanı gerçekleştirebilmek ancak Modernizmin öngörüsü ile yapılabilirdi. Bant ve montaj işçisinin aklını ve ruhunu üretim yerlerine getirmemesini öngören akıl ve bilimsel uygulamalar; insanı kazanan ancak mutlu olmayan, yabancılaşmış, ruhsal açıdan derinden yaralanmış varlıklar haline gelmiştir. Batı dünyasındaki değişim kısaca şöyle özetlenebilir:

- Dini referans çerçevesinden bilimselliğe ve akılcılığa,
- Kulluktan akılcı, bağımsız ve özgür bireye,
- Tarımsal üretimden, endüstriyel üretime,
- Kırsal yerleşimden, kent yerleşimine,
- Üst kültürden, kitle kültürüne,
- Cemaat yaşantısından, bireysel yaşantıya geçiş.

Modernizm ve onun dayandığı Aydınlanma Projesi akla ve bilime sonsuz bir güveni ifade eden “Akıl Çağı” dönemidir. Bu bağlamdaki ütopya ya da söylem, sorunların tümden ortadan kalkabileceği “sonsuz barış” ve “evrensel barış”ın ulaşıldığı bir yeryüzü cenneti olarak dünyanın yapılandırılmasıdır. Ancak, bu büyük söylem çeşitli nedenlerle gerçekleşememiş, insanlar açlık, sefalet, savaş, ölüm, yoksulluk, işsizlik, çevre kirlenmesi ve nükleer tehditler gibi sorunlarla karşı karşıya gelmişlerdir. Bu durum, modernliğin dayandığı akıl ve bilime kuşkuyla bakılmasına, açık olanla ilgilenen insanların küçük söylemlere yönelmesine neden olmuştur. Büyük umut bağlanan ideallere, total söylemlere, büyük projelere, büyük anlatılara, ideolojilere kuşkuyla bakılmaya ve masal olarak adlandırılmaya başlanmış, sonuçta ideolojisizlik egemen olmuştur.

Moderniteden postmodernizme yönelme tamamen sancısız da olmamıştır. Ancak geçiş süreci hızlı değil, yumuşak ve adım adım olmaktadır. 1960’lardaki Hippy hareketi modernizme bir tür tepki olarak görülebilir. Benzer ve paralel bir hareket de Avrupa’da ortaya çıkan öğrenci hareketleridir. Maddiyatçı yaşamı reddeden, tüketim değerlerini elinin tersiyle itmeye hazır olan, konuşma ve kendini ifade etme özgürlüklerine bağlanan, hoşgörü ve sevgi üzerine inşa edilen bu hareketler kısmen de olsa toplumsal rahatsızlıkları, sorunları su yüzüne çıkartmaya yardımcı olmuşlardır.

Postmodernizme dönemsellik perspektifinden bakanlar için, postmodernizm modernizmden sonra gelen, onun üzerinde oluşturulan ve modernizmden ayrılmayan bir kavram, ulaşılan sonuçlardan biri, bir dönüşüm, bir akım ve bir entelektüel duruştur. Bu yorum ve anlayışa göre postmodernizm, modernizmin sonrasını, ondan türemiş özel bir durumu ve yenilenmesini ifade eder. S. Erinç bunu çok güzel bir biçimde açıklamaktadır:

“Post bugün, İngilizce’de kullanış şekliyle iki anlamı içerir. İlki, Latince orijinine uygun olarak “sonra-sonrası” anlamına gelir. Örneğin; “post-graduate” üniversite, yahut lisans eğitiminden sonraki eğitim demektir. İkinci anlamı ise “post”, bir eklenti, bir ekleme demektir. Örneğin; özellikle bayanların daha iyi bildikleri “pastiche”, bir şeyin –saçın- bitiminden sonra ona eklenen, yapay olan, fakat bitenle bitişen, yani eklentinin fark edilemeyen halidir. “Post” iki anlamdan başka bir tanımlamayı içermez. Kimilerinin vurgulamak istediği, demeye getirdiği, postmodernizme yakıştırdığı karşı koyma, tepki gösterme gibi eylemleri içeren, imleyen herhangi bir anlam yoktur post sözcüğünde.”

Benzer bir açıklama Çabuklu tarafından yapılmıştır. Çabuklu’ya göre postmodernliği modernlikten kesin bir kopuş olarak değil de, modernliğin içinde örtük yada zayıf bir biçimde varlığını sürdüren eğilimlerin egemen hale gelmesi biçiminde yorumlamak daha doğru olur.

Diğer yoruma göre ise, postmodernizm modernizme karşı geliştirilen kökten bir eleştiri, bir başkaldırı, bir hesaplaşma ve bir tepkidir. Bu açıdan bakıldığında, modern sözcüğü ile tanımlanan bir dönem sona ermiş, geride kalmış ve artık yeni paradigmaları olan bir döneme girilmiştir. Modern sözcüğü ile tanımlanan söylemden kopma ve çıkış, genel olarak da eskiden kopuş, geçmişten kopuş, sonralık vardır, devam değil.

Postmodern düşünürler farklı bir aşamanın kabul edilmesi gereğini vurgulayarak, postmodernizmi yeni bir olgu olarak kabullenme eğilimi taşırlar.

Yapılan çalışmalar ve açıklamalar dikkate alındığında, postmodernizmin genellikle beş ayrı açıdan yada beş ayrı bağlamda ele alındığını görüyoruz.

1. Postmodernizm, modernist dünyaya karşı bir duruş ve modernizmi sorgulayan bir yöntemdir. Bu tanım bugün de 1970’lerde olduğu gibi geçerliliğini korumaktadır.
2. Postmodernizm ideoloji karşıtı bir ideolojidir.
3. Postmodernizm bir düşünce biçimidir.
4. Postmodernizm bir sanat akımı ve kültür olgusudur.
5. Postmodernizmi bir akım olarak postmoderniteden ayırmak gerekir.

Postmodernite modernitenin sonunda başlayan bir döneme, jeo-politik bir sürece işaret eder. Postmodernizm ise, düşünce biçimi ve sanat akımı olarak postmodernite dönemin başında etkin olmuştur.

Belirtilen bu görüşlerin irdelenmesini uzmanlarına bırakarak, sözcüklerin anlamları ile kavramların açıklamaları doğrultusunda, postmodernizm olgusu daha iyi açıklanabilir ve anlaşılabilir duruma gelmiş sayılır.

“Postmodernizm; tüketici ile iletişimin ön planda olduğu ve teknoloji hakimiyetindeki toplumların konumunun irdelendiği, modernist anlayışı eleştiren bir kuramdır. Hemen ekleyelim: Postmodernizm, eleştirelliğine rağmen yeni modeller ortaya koymaz; ‘olanı, olduğu gibi kabullenir’ , uzlaşmacı bir tavır sergiler.”

Postmodern yada endüstri sonrası dönem, teknolojide büyük atılımların olduğu ve üretimin sınırsız hale geldiği dönemdir. Kol gücü yerine beyin gücünün, bilgisayar teknolojisinin ve baskın piyasa kurallarının mutlak hakimiyetinin olduğu bir dönemi ifade etmektedir. Büro çalışanları hem sayısal olarak hem de kazanç olarak fabrika işçilerinin önüne geçmektedir. Bilgi üreten ve dağıtan iş alanlarının geliştiği ve büyüdüğü bir dönemin adıdır postmodernizm.

Postmodernistler

Postmodernizm söylemini kısaca şöyle özetlemek olanaklı:
• Genel geçerlik iddiasını taşıyan önermelerin reddedilmesi,
• Dil oyunlarında, bilgi kaynaklarında, bilim adamı topluluklarında çoğulculuğun ve parçalanmanın kabul edilmesi,
• Farklılığın ve çeşitliliğin vurgulanıp, benimsenmesi,
• Gerçeklik, hakikat, doğruluk anlayışlarının tartışılmasına yol açan dilsel dönüşümün yaşama geçirilmesi,
• Mutlak değerler anlayışı yerine, yoruma açık seçeneklerle karşı karşıya gelmekten çekinmemek, korkmamak,
• Gerçeği olabildiğince (sonsuz) yorumlamak,
• Belli bir zaman ve markanın sözcüklerini kullanmak yerine gerçekliği kendi bütünlüğü, özerkliği içinde anlamaya çalışmak,
• İnsanı ruh, beden olarak ikiye bölen anlayışlarla hesaplaşmak,
• Tek ve mutlak doğrunun egemenliğine karşı çıkmak,
• Önemli olan hakikat/doğrunun ne olduğu değil, nasıl kurulduğu sorusudur,
• Genel ahlaksal anlayışlar, ilkeler geçerli değildir, her şey çağın, zamanın gereklerine göre oluşur.

Bütün bu özellikleri ile postmodernizm, kabul edilmiş ya da inanılmış olan değer yargılarımız da dahil her şeyi çok kolay biçimde yıkma, kesin ve tek doğrunun varlığını, akılcılığı inkar etme, saçmalıklara odaklanma gibi algılanabiliyor. Düzen ve kaosun başarılı biçimde birlikte olabileceğini ve düzenin düzensizlikten doğabileceğini düşünen postmodern düşünce, anarşinin ve toplumda genel bir bozulma, yozlaşma, yönsüzleşme ve çürümenin de yansıması olarak görülmektedir. Akıl ve bilimin yanında, din ve mistizmi de koyabilen farklılıklara, zıtlıklara önem veren postmodernist düşünce, sadece dinlerin ve Tanrı olgusunun yeniden dirilmesi sürecini kolaylaştırmıyor, aynı zamanda yeni tarikatların, cemaatlerin ve dini akımların olabilmesine çoğulculuk adına hoşgörü ile yaklaşabiliyor. Bu durumun, dini akımların ve eylemlerin gelişmesi için uygun bir ortam yarattığı, bunun fırsat olarak görülüp yararlanılmasını savunanları cesaretlendirdiği hiç şüphe götürmez diyenlere de rastlanmaktadır.

Postmodernizmin küresel bir kültür olarak algılanması, küreselleşme ve çokuluslu kapitalizmin varlığının göstergesi olmaktadır. Postmodern değerler; endüstrilerini geliştirmiş Batı toplumlarının ve Batı kültüründe yer alabilen değerler yumağı kültürü olup çoğunlukla bu toplumlarda gözlenmekte ve izlenebilmektedir. Modernite ve modernizmden söz etmeksizin, Batı medeniyetine ait bir hareket ve tarihsel bir dönemi açıklamaya çalışan postmodernizmden söz edebilmek düşünülemez. Sanayi ötesi toplumlarda söz konusu olabilecek postmodernizm özelliği ile, F. Jamason’un da belirttiği gibi “geç kapitalizmin kültürel mantığı” olarak kabul edilebilir. Modern çağı yakalayamamış yada yakalamaya gecikerek başlamış gelişmekte olan ülkelerde ise, hissedilebilmekte ve bu ülkeler çabalarını daha çok kalkınmaya ve üretimlerini artırmaya odaklanmaktadırlar. Ancak postmodernizmin etkileri kendini ekonomi, politika ve toplumsal alanlarda artırarak göstermektedir, çünkü taklit ve model alarak öğrenme, kalkınmakta olan ve modernizme geçmeye çalışan ülkelerde yaygın olarak görülmektedir.
Postmodernizm ve Postendüstriyalizmin Gölgesinde Toplum ve Bilim
Türkiye toplumunu da içine almaya başlayan postmodern dalga, birçok kavramı yerinden etmeye ve dönüştürmeye yönelen bu kültür dalgasının, belki de bunu gerçekleştiremediği en önemli alan bilimdir. Birçok alanda sosyal yaşamın belirleyici motifleri olan güven, adalet, ahlak, doğruluk, gerçeklik vb. kavramlar Nietzsche ve ardıllarının yazılarının da ortaya koyduğu gibi bu değerler etkilerini kaybetmiş ve yerini iktidar, çıkar ve bireyselliğe bırakmıştır.

Nietzsche, "Nihilizm"i "Kapıya dayanan ziyaretçilerin en tekinsizi" olarak tanımlıyordu. Aslında Nietzsche'yi iki açıdan da okumak mümkün. Nietzsche, nihilizma "Kapıya dayanan ziyaretçilerin en tekinsizi" derken postmodernitenin insanı varlığa karşı yabancılaştırdığını, insanı bir çıkmaz sokağa sürüklediğini belirtmektedir. Nietzsche'nin meşhur önermesi olan "Tanrı öldü"yü ele alalım. Bu önerme iki açıdan ele alınabilir. Sosyolojik olarak ve felsefi olarak. Sosyolojik olarak "Tanrı Öldü" önermesi benim ilgilendiğim kısımdır. Yani sosyolojik anlamda bu önerme ,toplumsal yaşamda ahlaki yasanın, nesnel doğrunun kaybedildiği, yaşamdan koptuğu anlamlarına gelmektedir. Benzer yaklaşımlara ki bu yaklaşımlar Nietzsche'nin bu önermesini açıklayıcı niteliktedirler, Weber'de "Büyü Bozumu" Horkheimer'de "Akıl Tutulması" vb.de de rastlamaktayız. Sonuç olarak Nietzsche ve kuramsal ardılları postmodernite olgusunu ve tabi ki çetin bir eleştirisini ortaya koymuşlardır. İşte bu noktada Nietzsche'nin "Kapıya dayanan ziyaretçilerin en tekinsizi" bir taraftan yeni bir dönemin (ziyaretçi: postmodernite) başlangıcını, diğer taraftan da bu dönemin çetin bir eleştirisi (ziyaretçi: tekinsiz) ifade etmektedir.Adorno'nun deyimiyle "Nesnel hakikatin inkarı, öznenin de sonu anlamına gelir. Çünkü; ortada Özne'yi bağlayan bir ölçüt kalmaz. " Tarihsel bir dönemecin öteki kanadında ise " Bilgi Toplumu" yükselmektedir.

1960'lı yıllarda Daniel Bell'in eserinde "Sanayi Sonrası Toplumun Gelişimi" belirttiği postendüstriyel ekonomik olgu ve daha sonra de Alvin Toffler, Peter F.Drucker, Alain Touraine, Francis Fukuyama ve saire gibi düşünürlerin de selamladıkları "Bilgi Toplumu" kuramı 20. yy. sonu ve 21. yy'ın sosyoekonomik formasyonunu oluşturmaktadır. Öte yandan postmodernite olgusunun, her ne kadar Foucault, Aydınlanma projesinde nüve halinde bulunduğunu ifade etmişse de, genel olarak iki dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan hayal kırıklığı ve modernitenin akla olan güveninin pratik sonuç vermemesi sonucunda yaygınlık kazanmıştır. Yine Frankfurt Okulunun eleştirel yazıları, kitleselleşmenin ve "Doğru Eylem" ölçütünün yokluğundan dolayı oluşan kültürel yaşamı tasvir etmeleri, yine McIntyre'ın "Etik'in Kısa Tarihi"nde belirttiği "Günümüzdeki ahlaki çeşitlilik ve öznellik "durumu postmodernitenin de 20. yy'ın sonunda ivme kazandığını göstermektedir. 19. yy'ın ekonomik formasyonu "Sanayi Toplumu", kültürel formasyonu da "Modernizm" di.

20. yy'ın sonunda ekonomik formasyon "Bilgi Toplumu", kültürel formasyon da "Postmodernizm"dir. Eşzamanlı bu olguların ,yani postmodernizm ile postendüstriyalizmin, ortaya çıkardığı gerilimin tahlilini yapmak bir hayli önem arz etmektedir. Kültürel yaşamın postmodern karakteri ile ekonomik yaşamın postendüstriyel karakteri, çağdaş toplumların içinde bulunduğu çerçevenin temel aktörlerini oluşturmaktadırlar. Modernitenin temel karakteri "akılcılaştırma"dır. Bilim bu akılcılaştırmanın en önemli referansıdır. Bilim, doğrulanabilir, sınanabilir bir "gerçeklik"e dayandığından, Aydınlanma akla, bilime dayanan bir toplum modelini düşlüyordu. Bunun içim akla ve bilime güveniyordu. Bu ideal kültürel yaşamda gerçekleşmeyince, postmodernite, hem modernitenin bu toplum düşüne hem de modernitenin referanslarına (akıl,bilim) karşı çıkmıştır. Oysa modernite yada aydınlanma ekonomik yaşamda hedefleneni "bilgi toplumu"yla gerçekleştirmiştir. Gerçekleşemeyen ise kültürel yaşamdaki "bilimsel ahlak" düşüdür. Postmodernite bunu eleştirmekte haklıdır,ancak eleştirisini yaşamın bütün alanlarına yaymakta haksızdır, geçersizdir. Öte yandan tek bilgi kaynağının bilim olduğu savı mantıkçı pozitivistlerin yaklaşımını ifade etmektedir. Bu yaklaşımı eleştiren Popper, Kuhn, Feyerabendi, Wittgenstaine, Lakatos vb.düşünürler ise bilimsel bilginin geçersizliğini değil, konu ve sınırlarını ortaya koymuşlardır. Sonuç olarak, bilim, tek bilgi kaynağı değilse bile en önemli bilgi kaynağıdır. Bu resmi çektikten sonra, belki de en önemlisi bu görüntünün arkasında gerçekleşen zihinsel, psikolojik ve tarihsel olguların çözümlemesini yapmaktır. Bunlar bilim ile ideoloji-felsefenin ilişkileri ve çelişkileri çerçevesinde ele alınabilir. Bir tarafta "gerçekliği" temel alan bilim, diğer tarafta "göreceliği" ve "öznelliği" temel alan postmodern ideoloji ve felsefe. Ancak buradaki görecelik ve öznellik yemekteki, giyimdeki yada renkteki görecelik ve öznellik değil, bilim dahil, toplumsal yaşamın bütün alanını kapsayan bir rölativizm. Fransız Devrimi'yle başlayan "Katı olan her şeyin buharlaşması" süreci postmodernizmle zirveye ulaşmıştır.

Bu gelişme Heidegger'e göre "Dünyanın gece çağı"dır. Foucault'ya göre "İnsanoğlunun Ölümü", Adorno'ya göre ise "Öznenin Sonu"dur. Bilimin referans olmaktan çıktığı postmodern kültürlerde bilimin varlığı da sorgulanmakta ve iktidara araçsallaşmaktadır. "Bir Meslek Olarak Bilim" (Weber) bu kültürün bir yansımasıdır. Amaçlar ve araçlar adeta yer değiştirmiştir. Kökeni Antik Yunan'a uzanan Eros ve Logos arasındaki diyalektik, çağdaş dönemde Bilgi Toplumu ile Postmodern Toplum arasındaki çelişki olarak değerlendirilebilir. İçinde yaşadığımız durum budur. Türkiye'yi de etkisine alan küreselleşen bu oluşumun yarattığı en olumsuz netice insanoğlunun doğadan kopması, varlığa karşı ontolojik yabancılaşmasıdır. Kültürel yaşamın postmodern niteliği bireylerin de bağlarını koparmış, onları kitleselleştirmiştir. Bu gelişme Horkheimer'in "Akıl Tutulması" dediği sürecin adıdır.

Sonuçta da Horkheimer'in deyimiyle birey ideologların piyonu olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Öte tarafta ve aynı zamanda ekonomik üretim sürecinin, ekonomik ilişkilerin bilgiye yaslandığı bilgi toplumu ...Bilgi toplumunun temel hareket noktası olan bilimin ve bilginin gerçekliği-geçerliliği, güvenilirliği, mühendisliğe ve tıbba uygulanması, doğaya ve topluma ışık tutması...vb. sayıltıların ortaya çıkardığı, sosyal ve bireysel niteliğe ve gelişime yönelen bir yapı ve yaşam toplumsal yaşam kurumlardan oluşur. Ekonomi ve kültür (değer, ahlak, din, gelenek vb.) bu kurumlardan iki tanesidir. Postmodernite ve postendüstriyalite çağdaş toplumun ekonomik ve kültürel karakterlerini oluşturmaktadırlar. Ekonomik yaşam, üretim süreci artık "bilgi"ye ki bu bilgi güvenilir, geçerli, sonuç doğuran bilgiye dayanmaktadır.Tıbba ve mühendisliğe uygulanabilen bilimsel bilgidir. Sanayi ve tarım ikinci planda kalmışlardır. Kültürel yaşam ise "değerler anarşisi"ne yada "nihilizm"e dayanmaktadır. Toplumsal yaşamın bir alanı düzene, bilime ve olgulara dayanırken, bir diğer alanı düzensizliğe, öznelliğe, yorumlara ve çatışmaya dayanabilmektedir. Durkheim'ın şu tespiti çelişkiyi özgün bir şekilde özetlemektedir. "İnsani tutkular, sadece saygı duydukları manevi bir güç önünde dururlar. Bu tür bir otorite olmayınca en kuvvetlinin sözü geçer ve gizli ya da açık savaş durumu zorunlu olarak sürüp gider. Ekonomik işlevler bir zamanlar ikinci derecede rol oynarken şimdi birinci sıradadırlar. Ancak bugün bilim de uygulamaya, yani büyük ölçüde ekonomik uğraşlara hizmet edebildiği ölçüde saygınlık sahibidir. Toplumsal hayatın bütününde böyle bir yer tutan bir etkinlik biçimindeki düzensizlik elbette çok derin sorunlar yaratır.Genel bir moral bozukluğunun kaynağı özellikle budur" (Akt.Aron 1994:225).

Durkheim, "Anomi" yi "sosyal/ahlaki kuralsızlık" olarak belirlemişti. Merton,"anomi" yi "sosyal ve kültürel yapının uyuşmazlığı" olarak tarif etmişti.Anomi literatürüne bugün yeni bir boyut daha katarak şöyle bir tanım daha eklemek kanımca mümkün.Anomi,"Bilgi toplumunun bilimsel dinamikleriyle ,postmodern toplumun kaotik bunalımı arasındaki gerilim." Bu çift ve çelişik boyutlu yapının ürettiği dengesizlik bireyleri deyim yerindeyse "Havada" tutmaktadır. Birey bu iki çerçeve arasında bocalamaktadır.Dolayısıyla da sağlıklı, dengeli ve nitelikli bir kişi ve sosyal birey olamamaktadır. Tarihin ulaştığı bu safhada görünen o ki,çağdaş toplumlar postmodern ve postendüstriyel kuramların etki ve çelişkileri altındadır. İdeolojilerin toplumları yönlendirme ve şekillendirme işlevlerinin yitirilmesiyle ortaya çıkan "kültürel kriz" yada postmodern durumun egemenliğiyle oluşan sosyokültürel ilişkiler, bilgi toplumunun önündeki en büyük açmazdır. Bundan dolayıdır ki çağdaş çatışma, bilim ile postmodern değerler arasındaki çatışmadır.

Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" savı ile Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" savı bir arada yürümektedir. Bu sürece "Tarihin Sonundaki Kültürler Çatışması" diyebiliriz.Bir yanda tarihin son aşaması olarak beliren "Bilgi Toplumu" ve bununla birlikte "Liberal Demokrasi" diğer yanda değerler eksenindeki medeniyetler ya da paradigmalar çatışması. Weber'ci "değer" tanımından hareket edecek olursak, yani insanın eylemine yüklediği anlam olarak değer, çağdaş toplumlarda bir değerler anarşisinden ve çatışmasından söz edilebilir. Geçmişte "Doğru Eylem"in ölçütü olarak işlev gören din, gelenek, akıl (nesnel akıl) vb. gibi nosyonların tutulmaya uğradığı bugünün toplumlarında öne çıkan ve etkisini kabul ettirebilen tek unsur "bilim" ekseninde oluşan bilgi toplumunun dinamikleridir.

Batı toplumlarında bilime "katılamayan" yada bilime uyarlanamayan Hristiyanlık, klasik kapitalizm, sosyalizm, faşizm ...vb. ideoloji ve felsefelerin yerini kitle toplumunda Baudrillard'ın deyimiyle "simülasyon"larına bırakmıştır. Bu kültürel sürece küreselleşme de eklenerek bu yapısal çeşitliliği çoğaltmıştır. Postmodernizm ve küreselleşme olguları yeryüzündeki tüm kültürleri, medeniyetleri, felsefeleri ve dinleri yüzleştirmiş ve kendilerini yeniden gözden geçirmeleri sonucunu doğurmuştu. İşte bu noktada "Medeniyetler Çatışması" anlamını açmaktadır. Buradaki çatışma Huntington'un dediği gibi sıcak bir çatışma değil, değerlerin kendilerini kabul ettirebilme mücadeleleridir. Bu mücadelenin kurallarını da ancak bilim ve bilgi toplumunun kuramsal ve otantik yapısı oluşturacaktır.

Bilgi Toplumunu "Tarihin Sonu"na oturtabilmemiz ve tutarlı, kendiyle barışık ve toplumla barışık bireyin sağlanabilmesi postmodern kültürel bunalımın aşılması ve bilgi toplumuna uyarlanmasıyla sağlanabilir. Toplumu ve bireyi postmodern kültürel krizden kurtarmadan ve bilime Rönesans saygınlığını kazandırmadan dengeli, istikrarlı ve ayakları yere sağlam basan bir toplumu, Etzioni'nin tanımladığı şekliyle "insanların içinde yaşadıkları toplumsal dünyanın sorumluluğunu üzerlerine aldıkları bir toplum (Aktif Toplum)'u meydana getirmek olanaksızdır. Dolayısıyla bütüncül, varlıkla dost ve bilgi toplumunun dinamikleriyle uyumlu bir toplum ve birey ancak bu yolla mümkün olabilecektir.

KAYNAKÇA


Gencay Şaylan, Postmodernizm. (Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1999), s.42

Demirtaş Ceyhun, Modernizm, Postmodernizm ve Türban, (İstanbul: Sis Çanı Yayınları, 2003), s.11

Artuğ Sütgöl, “Postmodernizmin Temellendirilmesi”, 4. Boyut, Yıl:3, Sayı:4, (İlkbahar 1993), s.9

Yavuz Odabaşı , Postmodern Pazarlama Tüketim ve Tüketici , MediaCat, (İstanbul: 2004) s.11

George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması (Çeviren: Şen Süer Kaya), (İstanbul: Ayrıntı Yayınları,1998), s.40.

Sıtkı M. Erinç, “Postmodernzimin Tanımı”, Anadolu Sanat, Sayı: 2, (Kasım 1994), s.35.

Yaşar Çabuklu, Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset, (İstanbul: Kanat Yayınevi, 2004), s.8.

Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi: Tartışmalar/Uygulamalar, (İstanbul: İnkilap Kitapevi, 2003), s.192.

Bertuğ Sağınç, “Postmodernizm’in Eleştirilecek Çok Şeyi Var”, 4. Boyut, Yıl:3, Sayı:4, (İlkbahar 1993), s.11.

Nesrin Kale, “Modernizmden Postmodernist Söylemlere Doğru”, Doğu Batı, Yıl:5, Sayı:19, (Mayıs, Haziran, Temmuz 2002), s.35.

Gelenek


              MURATHAN MUNGAN VE GELENEK
            “Geleneksel malzemeden yararlanmak çoğu kez kolaycılık sanılır;ve bu tür suçlamalarla karalanır.Kuşkusuz bir malzeme kolaycı biçimlerde kullanıldığı gibi,kolaycı olmayan biçimlerde de yeniden üretilebilir.Bütünüyle bir yaklaşım ,bir yöntem ve işleyiş sorunudur.Gelenekten yararlanmak ,ya da geleneksel malzemeyi kullanmak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir.Bu konuda süregelmiş kimi kötü örnekler ve bu örneklerin yaygınlaşması,ne yazık ki böyle bir yanlış genellemeye yol açmıştır.Oysa tam tersine geleneksel malzemeyle ilişki kurmak ,yerine göre yenilikçi ya da öncü bir şey yapmaktan çok daha büyük sorumluluklar gerektirir.Sanatçının kendi olanakları ,kullandığı malzemenin olanaklarından daha zengin değilse ,yaptığı iş daha yolun başında onu yemiş demektir.”(1)
                    İnsan,yaşamı boyunca bir çok kez hayatını doğrudan etkileyecek seçimler yapmak zorunda kalır.Bu varoluşunun bir gereğidir.Günlük yaşama teslim olmamak, varoluşunu  farkındalık durumunda yaşamak için seçimler, vazgeçilmez gerekliliklerdir.Ancak bazı seçenekler, kendiliğinden olagelen ,hayatımızda istem dışı gerçekleşen gizli seçilmişlerdir.Murathan  Mungan  için de geleneksel olan masalsı olan ve bu olguların ana kaynağı Mezopotamya ,sonradan seçilmiş değildir.Bu özelliklerin hepsi ,çocukluğunun ,ailesinin ,büyüdüğü mekanın bir parçasıdır.Mungan,yeri geldiğinde gelenekle bir hesaplaşma içine girdiği gibi ,yeri geldiğinde de geleneğin sadece olmakta olmasıyla ilgili bir anlama çabası içine girer.Yazar için “Geleneksel olan ,bugünü anlamak için vardır”(2)
            “Ben Mezopotamya’nın toprağından bir çömlek yapıyorum.Bir Finlandiyalı gelip de Mezopotamya’nın toprağından çömlek yapacak değil.Ama öyle bir çömlek yapmalıyım ki ,o sudan ve topraktan onu Finlandiyalı da kullanmalı,Kanadalı da.Evrensellik tartışmaları var.Nerede olduğunuzu ,ayaklarınızı hangi toprağa dokunduğunuzu bilecek ve bunu tüm dünyaya göstereceksiniz.Bu topraklarda yankılanan  bir sözün sadece gökyüzü ile sınırlayacak bir yankının ulaşacağı bir insanlık sesi yok.”(3)
            ________________________
            1.Fırat Caner,Bir İdeoloji Olarak Murathan Munagan Şiiri,Bilken Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü,Doktora Çalışması,2002
            2.aynı eser
            3Müjde Aslan,Murathan Mungan’la Söyleşi,Özgür Politika,3 Ocak 2004
            Murathan Mungan’ın  geleneksel olanla kurduğu bu bağ, kendi kültürünün zenginliğinin ona sunduğu olanakların değerlendirilmesidir.Binlerce yıllık tarihinde onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış bir coğrafyanın, üzerinde nefes alanlara söyleyecek çok şeyi olmalıydı ve bunlar dile getirilmeli ,yazıya dökülmeliydi.Bu anlamda Mungan ,geleneksel olanla yazınsal anlamda ilişki kurmayı başarmış bir yazardır.Gelenek, onun sanat kurgusunun temel eksenlerindendir.Kültürel tarih boyunca bir çok kez değişime uğramış, evrim geçirmiş motifler ,onun kalemiyle yeniden ,farklılaşarak dile gelirler.Daha önce de değindiğimiz gibi ,bunun nedeni bazen sorgulama ,hesaplaşma ,bazen de sadece olduğu gibi sunmadır.Medar Atıcı, Murathan Mungan’ın gelenekle kurduğu ilişkiyi bir hesaplaşma olarak ele alır.Atıcı’ya göre geçmişle ödeşmek ,kişinin ya da toplumun “kendisiyle” ödeşmesi demektir.Geçmişin bugünle ilişkisini kurarken ,onu yenilmesi ,alt edilmesi ,üstüne basılarak ezilmesi gereken ya da tam aksine yüceltilmesi,övülmesi, dokunulmaz kılınması gereken bir olay ve anlamlar yığını olarak değil de ödeşilmesi gereken bir birikim olarak değerlendiriyor  Mungan, kişinin ya da toplumun geçmişiyle ödeşmesi bir anlamda kendi kendisiyle hesaplaşması;kendi kendine bakması ve yaşanmış olanı, kendi bakış açısından görebildiği kadarıyla değerlendirip,bugününe ,yaşamakta olduğuna katmasıdır.(4)
                     Mungan, bu hesaplaşmayı yaparken okuyucunun  da ,kendi kendisiyle yüzleşmesini sağlar.Zaman içinde evrilerek bugüne gelen motiflerin,karşılık bulduğu toplumsal dinamiklerin sorgulanmasını sağlamaya çalışır.Böylece hem yaşadığı topluma karşı sorumluluğunu yerine getirdiği gibi, toplumun evrimine de bir anlamda ışık tutar. “Dünya tarihinin enkazı altındayız,yıkıntılar altında kullanılabilir halde bulabileceğimizi umduğumuz malzemeler arıyor, kendimizce işe yarayabilir olanları ayıklıyor ,kendi çattığımız çerçevelerde onlara yeniden işlerlik kazandırmaya çalışıyoruz.”(5)  
            Murathan Mungan yazınının ana sorunsallarından “kendi olma” ,geleneksel olanla birlikte daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar.Çünkü insanın kendi olma arzusu karşısındaki en büyük engellerden biridir  gelenek. “Klasik psikanalize göre kişilik, kendi içindeki üç ayrı güçün bir biriyle etkileşiminin bir ürünüdür.İçerdikleri
            4.Fırat Caner,a.g.e.
            5.aynı eser

istekleri, bencilce ve anında giderme eğiliminde olan biyolojik dürtüleri içeren “id” ve şartlanmalar sonucu içerikleştirilerek benliğe mal edilmiş toplum normlarını ve beklentilerini simgeleyen “süperego”  birbirlerine karşıt talepleri dolayısıyla sürekli bir çatışma durumundadır.Ego ise ,bu karşıtlıklar arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışan ,bebeklikten  yetişkinliğe doğru gelişen üçüncü bir güç durumundadır.”(6)
                     Böyle bir kişilik kuramı çerçevesinde ego,bir insandan diğerine değişebilen oranlarda kaygı yaşar.Geleneklerine daha fazla bağlı toplumlar  da ise egonun, süperego karşısında çok da fazla gelişememesi, “kendi” olamama sorunsalının yaşanmasına sebebiyet verir.  Gelenek içinde değişemeyen bir “kendi” olduğu sanısıyla, gelenekle kurulan bu ilişkinin” kendi”ni bulma aşamasında yarar sağlamasını umar yazar.
            Mungan’ın  gelenekle olan bağının bir başka nedeni de ,kendi kültürüne olan büyülenmişliğidir.Zamanın dokunmasıyla evrimleşen yaşanmışlıklar,kültürün oluşmasında, varoluşu ve yok oluşuyla  tarihin büyülü sayfalarında kendine yer bulmuş topluluklar,kitleler , geleneklerin yaşam serüvenini  çekici kılar.Adeta sırlarının keşfedilmesini bekleyen  sihirli bir fanus gibidirler . “Bazı anların sihri vardır.Her anın değil ama bazı anların sihri vardır.O anlar bir yontulmuş elmas parlaklığındadır ki hayatın bir çok şeyini de parlatır.Sadece kendiyle sınırlı kalmaz, sizin başka zamanlarınızı da ışıtır.Bunun üzerine yazmak bütün o anları yeniden parlatarak içinde yaşarken farkına varmadığımız şeylerin farkına varma sürecidir de.”(7)


______________________
6.Engin Geçtan,Varoluş Ve Psikiyatri,İstanbul,1992,s.27
7.Müjde Aslan,Murathan Mungan’la Söyleşi,Özgür Politika,3 Ocak 2004

İ. Aivazovsk


İ. Aivazovsk’nin yapıtları genelde peyzajdır.
Sürekli denizi ele alması onu sevdiğinden veya kendisine yakın görmesinden dolayı olabilir.
Bu yağlı boyada denizin coşkulu oluşu hayatının o döneminde sorunların kabardığı ve zor dönemlerin coşkulu zamanı olduğu, dalgaların sert bir şekilde kayalara çarpması, sanki kayaları dövercesine, sorunlara karşı kızgınlığı bu nedenle kendisini daha fazla iç kargaşaya götürmesi ve bu kızgınlığı farklı yerlerde çıkarması gibi.
Fırtınanın ortasındaki tekne ve içerisindeki kişiler sorunların kaynağı olabilir onlara karşı kızgınlığını bu fırtınanın içerisinde yer almalarına sebep olma ihtimali göz önündedir. Hemen onun yanında kayalara çarpan dalgalar onlara karşı kızgınlığı gibi fakat o kızgınlık o tüm hayatına yansıyor gibi fırtınayı izleyen kayaların üstündeki kişileri etkiliyor gibi.
Teknenin üstündeki kişiler yetersiz çabalar içindeler.
Önceden batmış bir gemi görülüyor buda daha önceden bu olaylara yakın sorunların yaşandığını ortaya koya biliriz.
Martıların da ne olursa olsun hayatın devam etti anlamına gelebilir.